18 Ocak 2008 Cuma

16 yüzyıl sufilerinin gizli dili: BALEYBELEN

Türk dili konusunda akademik çalışmaların altına imza atan Mustafa Koç, 16’ncı yüzyıl Osmanlısında sufilerin itikadi sırlarını saklayabilmek amacıyla icat ettikleri Baleybelen adlı yapma dilin şifrelerini çözdü. “Dilsizlere dil veren” anlamına gelen Baleybelen ile sırlanan bilgiler bugün tek tek gün ışığına çıkıyor.

Güçlü Özgan

Yedi cihana hükmedilen bir yüzyıldır 16’ncı yüzyıl Osmanlı için… Kayıtsız şartsız bir üstünlüğü vardır imparatorluğun dünya coğrafyasında. Üstelik bu büyüklüğün nedeni sadece toprakların genişliğinden, ekonomik anlamdaki gelişmişlikten kaynaklanmamaktadır. Farklı dine inanan, farklı dilleri konuşan, farklı ırklara mensup yüzlerce farklı kültür imparatorluğun güvenli şemsiyesi altında varlığını sürdürmektedir.

Ancak kimileri için sanıldığından farklı bir tehdit söz konusudur… Üstelik tehdit altındakiler hakim dine mensup kişilerin bir kısmıdır… Katı Arap taassubunun hakim olduğu İslam anlayışına, saray sıkı sıkıya bağlıdır… Bu anlayışı da Şeyhülislamlık kurumu altından bir politika haline getirmiştir. İslam’ın farklı yorumlarına, gözler kulaklar ve kalpler kapalıdır… Dağda, taşta, suda, insanda; Allah her yerdedir ve her şeydir olarak özetlenebilecek “vahdetivücut” anlayışını benimseyen kimi sufiler için darağacı neredeyse kaderin diğer adıdır… Resmi olarak yasaklanmasa da, İbni Arabi, Mevlana gibi bir isimlerin görüşlerini tartışmak büyük tehlikeyi kabullenmektir. Mesnevi’yi okuyanlar, Mesnevi’nın farklı yorumlarını insanlara anlatanlar, dergahlarda bunları okuyup konuşanlar için ölün neredeyse kaçınılmazdır. Tanrı anlayışını “O var, O’nun dışında hiçbir şey yok” olarak anlatan Şeyh Muhyiddin-i Karamani’nin, Oğlanlar Şeyhi İbrahim Efendi’nin asıldıkları bir yüzyıldır 16. yüzyıl Osmanlı için.

İnsanın tanrılaşması ya da…

Asıl sorun insanın tanrılaştırılması ya da tanrının insanlaştırılmasıdır. Burada tam bir uzlaşma sağlanamamaktadır. Devletin kontrolündeki medreselerde kelam adı verilen ve her türlü yoruma kapalı itikadi din formu öğretilirken, sufilerin dergâhlarında bu sistem olabildiğince eleştirilmektedir.

Bu şartlar içerisinde sufilerin kendi düşüncelerini, din ve tanrı yorumlarını konuşarak yaymalarının ya da belgelemelerinin imkanı yoktur. Yazı şarttır… Ve hatta belki de kendilerinin dışındakilerin anlayamayacağı özel bir dil ve yazı şekli de şarttır. İmparatorlukta itikadi boyutta yaşanan bu tartışmaların doruğa çıktığı yıllarda, sufiler adına çözüm bir şairden gelir. Muhyi-i Gülşeni.

1528 – 1604 tarihlerinde yaşamış olan Muhyi, bugün adı sadece birkaç akademisyen tarafından hatırlanan bir isim olsa da, yaşadığı dönemde Osmanlı’nın en tanınan şairlerinden bir tanesidir. Ailesi devlet içerisinde yüksek mevkilerde görevli olduğu için medrese eğitimi almıştır. Ve hatta kendisi de saraya yakın bir görüntü çizmektedir. Şiirleri padişaha okunmakta ve büyük takdir görmektedir. Bu sayede geniş bir çevre de edinmiştir. Şeyhülislam Ebu Suud’la oturup sohbet eder, ertesi gün sufi anlayışa sahip bir insan olarak dergâhlarda gönüldaşlarıyla sabahlara kadar ibadet ederdi. Muhyi asıl olarak Halveti tarikatının Gülşeni koluna bağlıdır

Baleybelen ile ‘sır’lanan eserler

Bir sufi olarak o da, tanrı adı verilen o yüce varlığın sırlarına ulaşmak, ne kadar tanrılaşabileceğini görmek istemektedir. Bunun için hayatını gözünü kırpmadan feda edebileceği yola gönüllü olarak girmiştir. Bu yolda konuşulanların, yazılanların ve hatta düşünülenleri, kendi icat ettiği Baleybelen adını verdiği yapma dille sırlanması gerektiğine inanmaktadır. Ancak bu sayede o büyük sırrı kendilerine saklamış ve kaybolup gitmesini engellemiş olacaktır. Aslında bu yöntem aslında sufiliğin ortaya çıkışından beri uygulanmaktadır. Bilgi ancak, o bilgiyi almaya isteği ve kabiliyeti olan insanlara verilmelidir. Bunun dışındaki zümrelerden sakınılmalıdır. Muhyi yazılarında kendisini “zeban-zede-i ebkeman” dilsizlere dil veren olarak tanımlar. İcat ettiği yapma dilin Türkçe’deki anlamı da “dilsizlere dil veren”dir.

Baleybelen; grameri, cümle kurgusu hatta ses kullanımıyla tamamen orijinal bir dildir. Türkçe, Arapça ve Farsça’dan etkilenen bu dili icat etmek için Muhyi uzun yıllarını verir. Bu dilde yaklaşık 200 eser kaleme alır. Bunlar kendi dini yorumlarını, kendi mektuplarını, şiirlerini, hadis, tefsir ve kelam bilgilerini içeren kitaplardır. İcat ettiği yeni dili anlatabilmek için büyük çabalar gösterir Muhyi. Sonuçta kendi düşüncesine destek çıkan insanlar da bulur. Onlarla bilgilerini paylaşır, yeni dili öğretir. Baleybelen’i icat ederkenki tek düşüncesi elbette sadece bilgilerin sırlanması değildir. Bugüne ulaşan yazılarından anlaşıldığı kadarıyla, ileriki dönemlere yönelik bir başka hedefi de, sadece bu yeni dilin konuşulduğu bir Osmanlı’yı görebilmektir. Ancak bu hedefine hiçbir zaman ulaşamayacaktır.

Muhyi bu dili keşfetme öyküsünü anlatırken, vahiy kavramına sıkça gönderme yapar. Bu anlamda bu dile ilahi bir anlam da yüklemiş olur. Muhyi, kendisinin ilham olarak nitelendirdiği bilgilerin, kendi düşüncelerinin, kendi aklının eseri olacağını düşünemeyecek kadar teslim olmuştur. Her türlü insani çabayı, ilahi bir yardıma dayandıran bir cemiyetin ferdidir o.

İlahi mucizeler

Kendi hayatını anlattığı eserlerinde sık sık ilahi mucizelere gönderme yapar. Örneğin kendisi için 77 rakamının özel bir anlamı vardır. Bir Nakşi şeyhinden aldığı bu özel bilgiyi ancak yıllar sonra yorumlayabilecektir. Sonradan bilgilerine değer verdiği Hafız Muhammed adındaki Nakşi Şeyh, Muhyi ile tanıştığında 77 yaşındadır. Tanıştıklarında kendi yaşını ima ederek “Sana dahi yetmiş yedide çok hakikatler nasip olacak” der. Hicri 977 yılında bu şeyhle olan görüşmelerini kaleme aldığında bu anıyı hatırlar Muhyi. Baleybelen ile kaleme aldığı bir çok esere de bu tarihte başlayıp bitirmiştir. Hafız Muhammed’in kendisi için söylediği “makam-ı izze vasıl olursun” cümlesindeki “izz” kelimesinin ebcet hesabı dikkate alındığındaki sayısal değeri de 77’dir. Muhyi, 1604’te öldüğünde yaşı 77’dir.

Tanrı herkese ortak bir mesaj ilettiği gibi, aynı ortak mesajın altında farklı mesajlarda iletir diye düşünür Muhyi ve takipçileri. Bu iletilen mesajlar ancak irfani bilgiye sahip olanlara hitap eder. Bu bilgi ehli tarafından yazıya dökülmeli ama mutlaka sırlanmalı düşüncesine sıkı sıkıya bağlıdırlar diye düşünürler. Elbette bu düşünceleri nedeniyle de eleştirilirler. Hatta Muhyi, yeni bir dil oluşturarak kendisini tanrıya eş koştuğu şeklindeki yaklaşımlar nedeniyle büyük baskılar görür. Tam olarak kesinlik kazanmamış olsa da hayatının son dönemini geçirdiği ve öldüğü Kahire’ye gidiş nedeni de muhtemelen bu baskılardır. Zaten Baleybelen’le kaleme aldığı 200 eseri de bu şehirdeki Gülşeni asitanesinin kütüphanesinde saklar. İcat ettiği bu yeni dil de hemen hemen kendisinin ölümüyle beraber tarihe gömülür. Muhyi’nin büyük idealleri de, Baleybelen’in unutulmasıyla hiç kurgulanmamışçasına unutulur…

Muhyi’ni geride bıraktığı eserlerin pek azına ulaşılabilmiş durumda. Baleybelen Risaleleri adı verilen bu eserlerden bazıları şunlar: Menakıb-ı İbrahim-i Gülşeni’de, ait olduğu takikatın şehhinin hayatını, Nefhatü’l-Eshar’da mistik tecrübelerini, tanıdığı şeyhlerin hikmetlerini, Ahlak-ı Kiram’da ideal aile ahlak yapısı hakkındaki düşüncelerini, Kitab-ı Me’ab’da tanrı bilgisine ait detayları, Mevlevi’de İstanbul’dan Kahire’ye uzanan mistik tekâmülünü anlatır.

200 yıl sonra Halep

Muhyi’nin ve Baleybelen’in kayıp yolculuğu yaklaşık 200 yıl sürer. Bu süre içerisinde hiç kimse böyle bir yapma dil olduğunu hatırlamayacak ve bilmeyecektir. Ta ki, 1813 yılında Paris’teki Oryantal Diller Okulunda çalışan akademisyen Sylvestre Sacy’nin kaleme aldığı bir makaleye kadar. Fransız araştırmacı Rousseau, Halep'te tanımadığı dilde bir esere rastlar. Sorup soruşturur, sonuç alamaz. Eserin giriş sayfasının kopyasını İstanbul’da Alman Elçiliği’nde ateşe olan tarihçi Hammer'e gönderir. Esrarengiz sayfanın şifresini Hammer de çözemez, işi doğubilimci Sacy’e havale eder. Sacy 8 yıl kadar sonra söz konusu kitabın başka nüshasını İmparatorluk Kütüphanesi'ndeki doğu yazmaları koleksiyonunda bulur. Sacy’e göre, Baleybelen ya kaybolmuş bir millete ait veya Doğu kabalistlerinin kullandığı bir gizli dildir. Sacy’nin elinde olan parça sadece Baleybelen’in sözlük bölümüdür. Bu nedenle onun ne olduğu konusunda net bir fikre sahip olamaz. Bu dilin ne zaman, kim ve hangi amaçla üretildiğini anlayamaz. Ona göre çözemediği bu dil, ya kaybolmuş bir kültüre ait bir dil ya da kabalistlerin kullandığı şifreli bir dildir. Sacy’nin bu makalesinin dışında Baleybelen ile ilgili tek bilimsel çalışma İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nden Prof. Dr. Mithat Sertoğlu’nun 1966 tarihinde yayınladığı “İlk milletlerarası dili bir Türk icat etmişti” başlıklı makalesidir.

Baleybelen’in şifrelerini beş yıllık bir çalışma sonrasında çözen kişi Mustafa Koç olur. Kayseri İmam Hatip Lisesi’nden sonra İstanbul Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nden mezun olan, yüksek lisans ve doktorasını da bu fakültede yapan Mustafa Koç’un Baleybelen’in çözme süreci tam anlamıyla bir macera…

Türk dili tarihi konusunda araştırmalar yapan Mustafa Koç, İmparatorluk Kütüphanesi yazmalarını incelerken Sacy’nin makalesine rastlar. Makalede adı geçen Muhyi’yi Osmanlıca kaleme aldığı eserlerden tanıyan Koç, makalede söz edilen yabancı dilin ne olduğunu merak eder. Bu merak, Türkiye-Fransa-Mısır üçgeninde tam 5 sene sürecek olan zorlu bir sürecin de başlangıcı olur.

“İlk iş olarak Sacy’nin bahsettiği yazmaları aramaya başladım. Ama İmpartorluk’tan Cumhuriyet’e geçme sürecini yaşayan Fransa’da bu tür belgelere ulaşmak çok zordu. O süreç içerisinde bu belgeler çok yer değiştirmişti. Bu bahsettiğim metin 200 varaklık bir metindi. Uzun süren araştırmalarımın sonucunda bunların Arapça yazmalar koleksiyonunda olduğunu gördüm. Yazmaları zor bulmamın bir diğer nedeni de, kataloğu hazırlayanların bu metinleri hangi dilin arşivine koyacağını bilememeleriydi. Çünkü Osmanlı harfleri kullanıldığı halde çözülemeyen bir dil kullanılmıştı.

Bulduğum bölüm sadece sözlük bölümüydü. Esas öğrenmem gereken konu gramerdi. Muhyi’nin şiirleri üzerine çalışmış olan hocalarımdan aradığım yazmaların Kahire’de olduğunu öğrendim. Ömrünün uzun bir bölümünü Kahire’de geçiren Muhyi’nin yaşadığı yerleri görmek için de Kahire’ye gitmek benim için iyi bir deneyim olacaktı. Olanaklarımı zorlayarak Mısır’a gittim. Mısır Milli Kütüphanesi’nde aradığım yazmaları buldum. Orada geçirdiği birkaç hafta boyunca da, Muhyi’nin mezarını, yaşadığı tekkeyi de gördüm.”

Baleybelen’in geremer yapısını ve sözcüklerin Osmanlıca karşılıklarını içeren bölümler artık Mustafa Koç’un elindedir. Peki dilin ses yapısı ne olacaktır?

“Baleybelen’in ses yapısını anlatan bölümlere ihtiyacım vardı. Bu olmazsa elimdeki bilgilerin hiçbir önemi yoktu. Bu sorunu çözmemin tek yolu da Muhyi’nin bu konudaki notlarına ulaşmamdan geçiyordu. Tamamen bir tesadüf eseri Hacı Selim Ağa kütüphanesinde bu notlara da ulaştım. Bu notlarda Muhyi’nin yeni keşfettiği dille ilgili egzersizleri yer alıyordu. Farsça bir sözlüğün üzerine aldığı bu notları bularak büyük bir adım atmış oldum.

Karşı karşıya kaldığım yeni dili, Göktürk anıtlarını ilk kez görüp, burada neler yazdığını anlamaya çalışan bir adamın şaşkınlığıyla izledim. Çalıştıkça parça parça dil ve metin çözülmeye başladı.”

Baleybelen’le ilgili yaptığı çalışmaları, “ İlk Yapma Dil Baleybelen” adlı bir kitapta toplayan Mustafa Koç’un, Muhyi’nin icat ettiği dili “ilk” olarak nitelendirmesinin nedeni ise bu konuda yapılan tarihi bir hatayı düzeltmektir. Batılıların yazdığı tarihe bakıldığında, ilk icat edilen yapma dilin 1887 tarihinde Polonyalı
Ludwik Lejzer Zamenhof tarafından üretilen Esperanto olduğu görülür. Zamenhof bir Polonyalı Yahudi’dir. Yahudilerin içe kapanıklıklarının iletişimsizliğe dolayısıyla da sosyal bir gerginliğe neden olmasından rahatsız olan Zamenhof’un Esperanto’yu icat etmesinin en önemli nedeni de budur. Ona göre, milletler arası ilişkilerde kullanılanacak böylsesi yapay bir dil iletişimsizliği de sona erdirecektir. Muhtemelen “ümit eden” anlamına gelen bu yapay dil için bu ismin seçilme nedeni de budur.

Bugün yüzlerce internet sitesi Esperanto’yu öğrenmek isteyenlere yardımcı oluyor. Bu sitelerin belirttiğine göre de günümüzde Esperanto’yu kullanebilenlerin sayısı bir buçuk milyonu buluyor.

Mustafa Koç’un Muhyi ve Baleybelen hakkında yaptığı çalışma da tarihi bir bilgi hatasını düzeltir nitelikte.



İlahi Adem dilini ararken icat edilen yeni diller

Yapma dil araştırmaları ve tartışmaları, Adem’in ilinin halen devam edip etmediği tartışmalarının üzerine başlar. Adem, öğreticisi tanrı olan bir dili konuşuyorsa o dil doğal olarak ilahi bir dildir. İşin içerisinde tanrı olduğu için de doğal olarak mükemmel bir dildir. Batı medeniyeti, klasik dönemde bu dilin, devam edip etmediği konusunda bir takım tartışmalara girer. Üzerinde tartışılan ilk metinler kutsal metinlerdir. Yani Tevrat. Bu tartışmalarda bir Babil travmasından bahsedilir. Babil’in dağılmasına kadar Adem’in çocukları, Adem’e ait olan standart bir dili konuşurken, Babil’in dağılma sürecinde yoldan çıkan insanlar tanrıya baş kaldırır ve tanrı onları cezalandırılır. Bu ceza öyle şiddetlidir ki Babil’liler bir travma geçirirler. İlahi ve kusursuz olan dillerini bu travma sonrasında kaybederler. Yeryüzüne dağılan Babil’lilerin her bir kolu farklı bir dil konuşmaya başlarlar. Artık kutsal ve kusursuz olan dil tarihe karışmıştır. .

Bu konuyla ilgili yapılan çalışmalar hep dünya üzerinde konuşulan dillerden birinin Adem’in dili olduğu anlayışı etrafında yapılır. Bu tartışmaların içerisine millilik anlayışı da girince, her millet kendi konuştuğu dilin o ilk ilahi dil olduğunu ileri sürer. İrlandalılar, İskoçlar, İngilizler, Fransızlar ve Avrupa’daki hemen tüm milletler bunu yapar.

Kutsal dilin ne olduğu doğu dünyasında da tartışılır. Genellikle dini referanslara başvurulur. Peygamber adına hadisler uydurulur. İranlılar Farsça’nın, Araplar Arapça’nın o ilk kutsal dil olduğunu iddia ederler. Türk dünyasında da bu tartışmalar yapılır. 15’inci yüzyılda bile Adem’in dilinin Türkçe olduğu yazılıp konuşulur. Örneğin Kaygusuz Abdal’ın böyle bir görüşü vardır. Kaygusuz Abdal bir manzum eserinde şöyle bir hikâyeyi de anlatır. Adem cennette o ilk günahı işlediğinde, Allah Cebrail’e ‘söyle Adem’e cennetten çıksın’ der. Cebrail de gider bunu iletir. Ancak Adem çıkmaz. İkinci defa Allah aynı isteği tekrar eder. Adem yine çıkmaz. Cebrail döner Allah’a ‘Yarabbim kulun Adem cennetten çıkmıyor’ der. Bunun üzerine Allah, “Ona Türkçe söyle, o Türkçe’den başka dilden anlamaz’ der.

Yapma dillerin tarihi de, Adem’in dilini bulma çabalarının sonucu başlar. Mükemmel dil arayışının tarihidir bu aynı zamanda. Bu arayışların merkezi ise genellikle Batı dünyası olur. Batıda yapma dil arayışları genellikle mantık ve matematiksel araçlar kullanılarak kurgulanır.

Dünya kalabalıklaştıkça insanlar ve toplumlar arası diyaloglar da artar. Özellikle imparatorluk kültürü bu ilişkileri daha da yoğunlaştırmıştır. Bu diyalog kimilerine göre oluşturulacak yeni bir yapma dil ile daha kolay sağlanacaktır. Bu sayede toplumlar çok daha rahat anlaşacak, birlik ve beraberlik sorunu ortadan kalkacaktı. Bu anlamda ciddiye alınabilecek ilk çalışmalar 1879’da Johann Martin Scleyer tarafından üretilen Volapük ve 1887 tarihinde Leyzer Ludvik Zamenhof tarafından üretilen Esperanto’dur. Bunların içerisinde en çok taraftar bulan Esperanto’dur.




“O, her şeyi tanrının bir yansıması, bir gölgesi olarak görüyordu”

Mustafa Koç, Muhyi’yi ve yaşadığı dönemi şöyle anlatıyor:

Muhyi 16’ncı yüzyılın az tanınan en derin simalarından birisi. Onun kadar önemli bir şahsiyetin modern zamanlarda adının anılmaması çok ilginç. Oysa Muhyi çalışmalarında çok alışkın olmadığımız halde çok konuşuyor. İç dünyasını çokça anlatıyor. Çok önemli bir sufi ama takipçileri çıkmamış. Kuvvetli bir kalem üzerinde çalışan birileri yok. Modern dönemin medrese camiası ve ilahiyatçılarımız onu tanımıyor. Doğu dillerini çok iyi bilen Muhyi, daha 15 yaşındayken Farsça metinler üretiyor. Çok önemli ilim adamlarından dersler almış. Yaşadığı dönemin en önemli isimleriyle sürekli olarak birlikte olmuş.

Muhyi 16’ncı yüzyıl Osmanlısının bütün katmanlarını çok iyi biliyor. Saray hayatından sufi müesseselere, medreseden ticari hayata kadar her şeyi anlatıyor kitaplarında. Bu kitaplarda bulduğu her fırsatta da kendi iç dünyasıyla ilgili bilgileri ve tecrübelerini de aktarmaktan kaçınmıyor.

Muhyi yaşadığı imparatorluğun hemen tüm bölgelerini çok iyi biliyor. Nasıl bir karışımın içerisinde var olduğunu da görüyor. Farklı din ve dilleri tanıyor. Bu yabancı dili konuşan grupların ortak bir dil kullanması gerektiği inancına kapılıyor. Hatta imparatorluk toprakları içerisindeki tüm insanların bir gün anadillerini bırakıp, Baleybelen’le okuyup yazacaklarını hayal ettiğini kendi metinlerinde de belirtiyor.

O her şeyi tanrının bir yansıması, bir gölgesi olarak görüyordu. Şeytan’ı bile tanrının bir yansıması olarak görüyor. Ona göre tanrı yoldan çıkarır. Şeytansa yoldan çıkarma konusundaki en usta varlıktır. Öyleyse tanrının yoldan çıkarma sıfatının en güzel tecellisi şeytandır. Kelamcılar tanrıyı her türlü beşeri sıfattan uzak tutmaya çalışırken, Muhyi’ninki gibi bir yorumu ve bu yorumu yapanları kabul etmelerinin imkanı yoktur. İnsanı tanrılaştıran, tanrıyı mükemmel insan olarak gören anlayış elbette çok sert tutumlara maruz kalmıştır. İşte Oğlanlar Şeyhi’ni Sultanahmet meydanında idama götüren düşünceler de bunlardı. İdamın en önemli nedeni ise bu düşüncelerin geniş halk kitlelerine yayılmak istenmesiydi. Şeyh Muhyiddin-i Karamani de, “O var, O’nun dışında hiçbir şey yok” derken bu anlayışını anlatıyordu. Kelamcılara göre bu düşünceler son derece sakıncalıydı. Ve idam için iyi bir gerekçeydi.



Baleybelen sözlüğü

Mustafa Koç’un kalene aldığı 750 sayfalık kitapta: Muhyi’nin hayatı, Baleybelen’in bulunuş süreci, dilin gramer ve ses yapısı hakkındaki bilgilerin yanında bir de saölüğr yer veriliyor. İşte Türkçe’den Baleybelen’e bazı sözcüklerin kitapta yer alan karşılıkları:

Aşık: Set
Baş kesen: Fer’az
Cin: Nib
Çıyan: Kaçev
Deri soymak: Neçem
Ekmek: Betem
Fal: Neyad
Gölge: Şal
Helak: Deşak
Irak: Feyam
İftira: Kilar
Kabus: Binhav
Laf: Kebe
Mana: Gebi
Nefes: Ad
Oluk: Dişab
Ökçe: Vepil
Padişah: Minal
Rabb: Beslecen
Selvi: Recid
Şakak: Firnir
Tanrı: Ban
Uç: Refey
Ümmet: Deras
Vücud: Bahreme
Ya Allah: Yaan
Zemin: Çeb

3 yorum:

Kaptan dedi ki...

Ben de bir yapay dil yapımcısıyım Nomuli adlı yapay dili geliştiriyorum. Bu blogda da yapay dillerden bahsedildiğini görünce yorum atayım dedim.

Adsız dedi ki...

Ben de bir yapay dil yapimcisiyim Yeni Baleybelen adli yapay dili gelistiriyorum. Bu blogu coktandir gördüm.

Adsız dedi ki...

https://www.facebook.com/pages/Yeni-Baleybelen/1622977494593020?ref=ts&fref=ts begenmek isteyen begensin